31 Mayıs 2012 Perşembe

GELENEKSEL BAŞ BAĞLAMA


BAŞLAR VE BAŞLIKLAR


Başlıklar geçmiş yüzyıllar için de oluşup günümüze kadar gelmiş, giyim-kuşam uygarlığımızın örneklerindendir.Başlık giyimi bebeğin doğumu ile başlar, kadının ölümüne kadar sürer. Başlıklar, gelenek ve göreneklere göre hazırlanır. Çeşitli malzemeden yapılabilir. Başlıklarda bölge bölge, köy köy değişiklikler görülür.
Geleneksel Türk başlıkları yaşadığı zamanın ve yörenin bütün özelliklerini baştacı ederek günümüze kadar taşıyabilmiştir


Saçlar, saçlara yapılan örgüler, örgülerin miktarı ve süslemeleri ile bu süsleme şekilleri bölgeden bölgeye değişmektedir. Kaküller ve zülüfler kadının evli-bekar olduğunu gösterir.Başlıklar ise hazır alınarak, süslenip başa giyilen; tas, fes, tepelik, arakçının yanı sıra saça şekil verilerek süsleme yapılan; taç,hotoz,tozak vb. gruplara ayrılır.

Bunlar yine bölgelere göre adları aynı olsa da şekil ve süslemelerde farklılıklar gösterir. Başlıkların biçimleri ve süsleri bunları giyenlerin sosyal durumunu da belirler. Başa örtülen örtüler, örtülerin kenarlarına yapılan oyalar bile giyenin bekar, nişanlı ve evli olduğunu anlatabilecek niteliktedir ve aşiretlere, abalara göre de farklılıklar gösterirler. Başlıklar ve baş süslemelerinin en zenginleri gelin başlıklarında görülebilir.Kadın Başlıkları ve Toplumsal Anlamları Anadolu'da yöresel kadın giysileri ve başlıkları oldukça çeşitli, canlı ve anlamlıdır. Özellikle yörük giysi ve baş süslemeleri bu konuda çok zengindir.

Yörük giysilerinde ve baş süslemelerinde çiçeklerin dili vardır. Yörük erkeği ve kadını, baştan aşağı çiçek şekilleriyle süslenmiştir. Başa takılan el yapısı bin bir çiçek şekli, oyalarla, yazmalarla, dokumalarla canlandırılmıştır. Doğada bulunan kır çiçekleri, bahçe çiçekleri, meyve çiçekleri renkleriyle ve biçimleriyle giyime yansımıştır. Başa takılan çiçekler ve başa bağlanan çiçek oyaları çeşitli anlamlar taşımışlardır. Buluğa ermiş genç kızı, nişanlı kızı, yeni gelini, evli kadını, umutsuz sevgiliyi, âşık delikanlıyı, sözlü genci, damadı, üç yıllık evli kadını, evli erkeği, oğlu kızı olan anayı, hep başına taktığı çiçeklerden anlarız.Örneğin sümbül çiçeği oyasını, âşık genç kız ya da nişanlı kız başına bağlar. Sümbül, aşkın ve mutluluğun simgesidir.

Mor sümbül âşık kızı, pembe sümbül nişanlı kızı, beyaz sümbül bağlılığı anlatır.Basma taze karanfil takan delikanlının yavuklusu var demektir. Karanfil çiçeği oyasını gelinler, evli kadınlar takarlar. Gül oyasını bazı yörelerde gelinler, bazı yörelerde kızlar bağlarlar. Sarı nergis oyasını bağlayan kadın umutsuz aşkını duyurur çevresine. Erkeği gurbete giden kadın, yaban gülü oyasını kullanır. Badem çiçeği oyasını, sevdiğiyle evlenecek kız seçer. Erik çiçeği oyasını gelinler bağlarlar. Kocasıyla arası nahoş olan yeni gelin, biber baharı çiçeği oyasını başına sarar. Eğer kırmızı acı biber oyası bağlamışsa, kocasıyla arasının biber gibi acı olduğunu belirtir.

Genç hamile kadın, başına "müjde oyası" takarak bebek beklediğini ilan eder.Oğlu kızı olan, yeşil yapraklı dal oyası takar başına. Yörük kadını, her çeşit malzemeyi süs için kullanır. Çiçek, bitki tohumları, çekirdekler, boncuk, pul, düğme, ilik, deniz kabuklan, renk renk iplikler, yün parçaları, püsküller, at kılı, deri parçalan, madeni parçalar, çaput ve bez parçalan, parlak renkli çikolata kâğıtları gibi.




Başlıklar:
a) Bebe başlığı,
b) Genç kız başlığı,
c) Gelin başlığı,
ç) Yeni evli kadın başlığı,
d) Çocuklu kadın başlığı,
e) Dul kadın başlığı,
f) Kırk yaşına varmış kadın başlığı,
g) Oğlu askere gitmiş ana başlığı,
h) Nene başlığı ........gibi gruplara ayrılabilirler.




Çiçek, sadece yörükler de değil, tüm Anadolu giyiminde yer alır. Tüm giyim parçaları, çiçekle süslüdür. Bu durum da Anadolu insanındaki çiçek zevkinin yücelişini göstermektedir. 16. yüzyıla değin baş süslemelerinin temel aracı festir. Kadın fesleri, ya gümüş ve altınla silmecesine işleniyordu ya da üzerine gümüş ve altın tepelikler takılarak süslenmişti.Bazı yörelerde başlarda yer alan ve süs olarak kullanılan altın miktarı, evlilik yıllarını gösterirken, bazı yörelerde evlilik yılları, başa bağlanan yemeni sayısıyla belirtilir. Ayrıca nişanlı, gelin, dul, evlenmek isteyen ya da istemeyen dullar da bu başlıklardan anlaşılırdı.


Görüldüğü gibi bir başlık olgusu bile sadece bir süs aracı değil, tamamen toplumsal içeriğe sahip, toplumsal anlamlı bir giyim öğesidir. Kadın başlıklarında da bazı inançlar söz konusudur. Başlıkta altınlardan başka gümüş takılar da vardır.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

BAŞ ÖRTÜSÜ GERÇEĞİ

Türkiye'de geleneksel başgiyimi, halkbiliminin (Folklor) bir inceleme alanıdır. Köylerde, kasabalarda ve şehirlerdeki geleneksel örtünme biçimleri genelde yöresel özellikler gösterir.Türkiye'de geçmişten günümüze kullanılan kadın başgiyiminin kendine has geleneksel özellikleri bulunmaktadır. Bu özellikler bölgelere göre farklılıklar göstermektedir. Türk toplumunda kadınların başlarını bağlama geleneği vardır, ama tek tip, tek biçim bağlamazlar. Örtünme konusunda asırlar boyunca kendi modasını kendi yaratmış, yaşmak, ferace, kadın fesi, felek tabancası, hotoz, maşlak, tandırbaş, yemeni, kundak yemeni, salma yemeni, ter-lik, başbezi gibi çeşit çeşit modellerle yöresel ve zarif bir çizgi yakalamıştır.
Anadolu köylerinde ve kasabalarında kadınların kullandığı baş örtülerinin ortaya çıkmasında nedenler şöyle sıralanabilir:
1. Geleneksel NedenlerGerek müslüman toplumlarda gerekse gayrimüslim toplumlarda başörtüsünün yer aldığı görülmektedir. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde bile kırsal kesim kendine özgü başörtülerini hala kullanmaktadır. Baş örtüsü öncelikle kadının günlük işlerini daha kolay yapabilmesi için uzun saçlarını gerektiğinde kapatma gereğini ortaya çıkarmıştır.
2. Toplumsal NedenlerAtaerkil ve feodal toplumlarda erkeklerin ve değer yargılarının ön plana çıkması kadınların örtünmelerini gerektirmiştir. Belirli bir yaşa gelen kadının topluma katılabilmesi ve toplumda yaşamayı başarabilmesi için başını örtmek gereği duymuştur.
3. Dini NedenlerBazı dinler kadınların başlarını örtmesi konusunda emirler getirmiştir.
Bu nedenler birleştiğinde, Anadolu'da eskiden günümüze kadar gelen "Geleneksel Anadolu Başgiyimi Formları" oluşmuştur. Köy ve kasabalardaki kitlelerin büyük merkezlere göçmesiyle bu başgiyim formları şehirleştirilmiştir. Önceleri eşarp, tülbent, yemeni gibi geleneksel formlar güncel tarzlarda yorumlanmış ve şehir hayatına adapte edilmiştir. Bu klasik formlara genel olarak "baş örtüsü" denmektedir ve 1980'lere kadar büyük şehirlerde bu formların yaygınlığı görülmektedir.



TÜRBAN
Farsça dulband kelimesi Türkçe'ye tülbent olarak geçmiştir. Türkçe'den Fransızca'ya turban olarak geçen sözlük yeniden Türkçe'ye adapte edilmiştir. Aslen türban sözcüğü çoğunlukla Sih erkeklerinin giydiği uzun baş sargısı anlamına gelir. İslam'daki başörtüsü anlamına gelmemesine ve İslamî yazınlarda tesettürün bir parçası olan başgiyiminin bu şekilde adlandırılmamasına rağmen, 20. yüzyılın son yıllarında ve 21. yüzyılın ilk yıllarında, Türkiye'deki siyasal İslam tartışmaları sırasında bazı taraflarca, yanlış bir kelime kullanımı olarak, başörtüsü sözcüğü yerine İslam'daki hicab kavramının siyasal İslamcılarca uygulanması anlamında kullanılmıştır. Bununla birlikte sözcük İslam'daki başörtüsünü veya tesettürün bir türünü veya bölümünü tanımlamaz.

Türban, genellikle pamuklu veya ipek kumaştan yapılmış, başa veya fes, kavuk gibi bir iç şapkanın üzerine sarılan uzun baş örtüsü. Müslüman ve sih toplumlarında, genellikle Asya ülkelerinde yaygındır. Fes veya kavuk üzerine sarılan türban Türkçe'de sarık olarak anılır.

Kökenbilim

Türban kelimesinin kökeni Farsça dulband kelimesine dayanır. Türkçe'de tülbent
 olarak kullanılan kelime Fransızca'yaturban olarak geçmiştir. Bu nedenle Türkçe'de halen tülbent veya baş örtüsü anlamlarında da kullanılır.
1982 yılından önce Türkiye de yayınlanmış bulunan hiçbir Türkçe sözlükte rastlanılmayan ve bilinmeyen bir kelimedir. Zaman zaman sıkma baş ile aynı anlamda kullanılır.

Türban kullanımı
Türban diğer milletlerde kullanıldığı şekli ile Türkler arasında yaygınlaşmamıştır. Sarık ise Osmanlı Devleti zamanında Osmanlı sultanları ve din büyükleri tarafından takılırdı. Bugün özellikle Batı'da türban kavramı Sihlerle yakından ilişkilendirilmiştir.
1. Sihlerde Türban
Vaftiz olmuş Sihler inanışları gereği saçlarını kesemezler. Türban takmak zorunlu değildir ancak türban uzun saçı toplamak için çok kullanışlıdır. Zamanla saçı uzun olmayanlar da bu geleneksel başlığı takmaya başlamışlardır. Özellikle Batı'da Sihler için türban kimlikleriyle ilgili bir öğe haline de gelmiştir. Sihler taktıkları türbanı, daha çok, Pencapça "türban" anlamına gelen ve daha saygın bir isim olduğu kabul edilen dastār (ਦਸਤਾਰ) olarak anarlar. Hintçe'de türban için kullanılan sözcük pagṛī`dir.
2. Müslüman Toplumlarda Türban
Türban İslam kültürü açısından da önemli bir motiftir ve kadınlar tarafından takılır.
3. Sudan'da Türban
Sudan'da takılan beyaz türban toplumsal statü göstergesidir.
4. Arap Yarımadasında Türban
Türban Arap Yarımadası'nda yüzü ve başı doğrudan güneş ışığından korumak için geleneksel olarak takılır. Nitekim türbanın Arap geleneklerinde farklı bir yeri vardır. Eski Arap kültüründe bir kişinin türbanını atmak, düşürmek hakaret olarak kabul edilirdi.
5. Şiilerde Türban
Türban Şii liderler arasında da yaygındır.
6. Osmanlı'da Türban
Osmanlılarda başlık olarak Sarık kullanılırdı. Osmanlı padişahları da başlangıçtan II. Mahmud dönemine kadar sarık takmışlardır.Yukarıdaki resimde Yavuz Sultan Selim'in sarıklı resmi görülmektedir.

Türban Tartışmaları
11 Eylül saldırıları, Irak ve Afganistan'ın işgali ve sonrasında yaşananlar dünyada Müslümanlara olan önyargıyı artırmış, nefret suçu olarak tabir edilen saldırılarda büyük bir artış görülmüştür. Müslüman veya Arap olmayan ve türban takan toplumun çoğunluğunu oluşturan Sihler ve türban takan diğer azınlıklar da bu saldırılardan paylarını almışlardır. Bu durum batı medyasında büyük yankı bulmuştur.
Çağdaş Türkiye'de türban sorunu, İslam dininde yer alan hicaba (bugün Türkiye'de gerek kavramsal gerek somut anlamda daha sıklıkla başörtüsü olarak anılır) dair farklı bir bakış açısını tanımlamak için kullanılmıştır. Gelenekselleşen başörtmeden ayrı olarak siyasî temellere sahip olduğu düşünülen başörtme eylemine ve başörtüsüne türban takmak veya türban nitelemeleri yapılmıştır. Geleneksel örtü şekli ile çağdaş ve sıklıkla siyasî bir vurgu barındırdığı düşünülen örtü şekli tarzındaki bu ayrım birçok taraftar toplamış, hem olumlu hem olumsuz yorumlar almıştır. Bununla birlikte Türkiye dışında türban sözcüğünün bu anlamda kullanılmazken, İslamî kaynaklarda da kadınların örtünmelerine ve kullandıkları başörtüsüne türban denmez.

Baş Örtüsü
Baş örtüsü, başı özellikle saçları yıpratıcı dış etkenlerden korumak, örtünmeyi sağlamak, tanınmamak için kullanılan başın üst kısmının çoğunu ya da tamamını kaplayan bir çeşit örtü ve giysidir. Dinî sebeplerin yanı sıra geleneksel alışkanlıklar sebebiyle de başörtüsü takılabilir. Giyilme sebebine ve giyen kişinin içinde bulunduğu kültüre göre başörtüsü şekilleri büyük bir çeşitlilik gösterir.

Dinlerde Başörtüsü
Sadece İslam dininde değil, birçok farklı din mensubu insan farklı şekillerde başlarını örtmektedirler.
İslami bir kavram olarak Kur'an'da Nur Suresi, 31'nci ayeti ve Ahzab Suresi, 59'ncu ayetinde kadının örtünmesi anlatılırken anlatılan örtünme şeklinin saçların örtünmesi kısmıyla ilişkilendirilir. Bununla birlikte, reformist bazı dinbilimciler ilgili ayetlerdeki örtünmenin saçların örtünmesini kapsamayabileceği yorumunu getirmişlerdir.

Türkiye'de Başörtüsü
Başörtüsünün 28 Şubat 1997 MGK kararlarından bu yana Türkiye'de resmi dairelerde giyilmesi yasaktır. 6 Şubat 2008 tarihinde olası sorunun resmi çözümü için TBMM ilk resmi tartışması ve oylaması yapılmıştır. Ve sonuç olarak 411 kabula
karşın 103 retle yasa meclisten geçmiştir.

Tesettür 
Tesettür, örtünmek anlamında İslam dini terimi. Arapça setr (s-t-r) "örtünmek/örtmek" kökünden gelir. İslam dünyasında kişilerin kıyafetleri ile ilgili hususları belirlemede kullanılan bir kavramdır. Sıklıkla kadınlar için kullanılsa da erkeklerin de vücutlarının belirli bir kısmı aynı şekilde örtülmek zorundadır. Bununla birlikte örtünme yerleri ve şekli kadın ile erkek arasında değişiklik gösterir. Genel anlamı ve örtünme bölgeleri pek değişiklik göstermese de, örtünme şekilleri kültürden kültüre ve mezhepten mezhebe farklılık gösterir. Nitekim tesettür "örtünmek" anlamına gelir ve belirli bir giysi türünü ifade etmez bunun yerine örtülmesi gerekilen yerleri ve örtünün şeklî bazı unsurlarını (örneğin transparan olup olmamasını) belirler.

Tesettür, Türban ve Başörtüsü
Tesettür kavramı sıklıkla türban kavramı ile karıştırılır. Oysa ki tesettür kavramı daha kapsamlı bir kavramdır. Türban doğrudan İslamî bir kavram değilken, tesettür bir İslam dini terimidir. Ayrıca türban farklı dinlerde de bulunan bir baş örtüsü çeşididir ve tarih boyunca bir erkek baş örtüsü olarak ön plana çıkmıştır; oysa tesettür genel anlamda İslam dinindeki örtüdür ve hem erkek hem de kadın için farklı şartlara sahip olan bir dinî giyimdir. Tesettür belirli bir giysiyi betimlemezken, türban belirli bir giysinin ismidir.
Tesettür zaman zaman baş örtüsü ile de karıştırılır. Baş örtüsü sadece başın örtülmesini kapsarken, tesettür daha genel bir terimdir ve Kur'an'da çeşitli ayetlerde belirtilen şekilde daha genel bir tür örtünmeyi tanımlar.

Hicab, Hımar ve Cilbab
Tesettür ile aynı anlamda kullanılan, Arapça ve Farsça yayınlarda tercih edilen bir başka terim de "hicab"dır. H-c-b yani "örtmek" kökünden gelen Arapça hicab terimi, salt fizikî örtünmeyi değil, daha genel bir şekilde tevazu, mahremiyet ve ahlâk gibi kavramları da kapsar.
"İslam ve Müslüman Dünya Ansiklopedisi"nde hicab şöyle tarif edilir:
Hicab terimi Kur'an'da kadınların veya erkeklerin giyinmesi ile ilgili bir anlamda kullanılmaz, bundan ziyade bölmeye yarayan veya mahremiyet sağlayan bir perde anlamında kullanılır. Kur'an erkek inananların (Müslümanların) Muhammed'in eşleri ile perde arkasından konuşmaları gerektiğini belirtir. Bununla birlikte sonraki dönemlerde bu uygulama Müslüman toplumun geneline yayılmış, erkek ve kadın bölmelerinin ayrılması sonucunu doğurmuştur. Kur'an da "iffet" kavramı erkek ve kadınların bakışları, kıyafetleri, yürüyüşleri ve cinsel organları ile ilgili hususları kapsar. Kadınların kıyafetleri, halk arasındayken tanınıp incitilmemeleri için, boynu kapatacak şekilde "hımar" ve vücudu kapatacak şekilde "cilbab" giymeleri gerektiği şeklinde izah edilir. Eller, ayaklar ve yüz dışında tüm vücudun kapatılması gerektiğine dair hususlar sonradan kabsamlandırılmış olan fıkıh ve hadislerde yer alır.
Kur'an'da bazı ayetlerde geçen hımarhumur sözcüğünün çoğuludur ve çoğunlukla baş örtüsü olarak çevirilir. Kur'an'da Nur Suresi'nde tesettür ile ilgili ayette geçer.
Türkçe Kur'an çevirilerinde pek rastlanılmayan diğer bir İslami terim de cilbabdır. Bu kavram batılı dillere daha çok "pelerin ya da büyük şal" olarak tercüme edilirken Diyanet İşleri Başkanlığı'nın mealinde "bedeni örtecek elbise" olarak tercüme edilmiştir. Günümüzde cilbab kavramı İslam aleminde, eller, ayaklar ve baş dışında tüm bedeni saran uzun elbise anlamında kullanılır.
Kadınlar için tesettür genel olarak el ve yüz harici tüm vücudu kapsarken, erkekler için genellikle göbekten dizlere kadar olan kısmı kapsar.

Kur'an'da ve Hadiste Kadınlar için TesettürKur'an'da Tesettür
Kur'an'da tesettür konusu ve bir emir olarak tesettür temel olarak Ahzab ve Nur surelerinde konu edilir. Bunun dışında tesettürün mahiyetine dair çeşitli ayetler de bulunur; örneğin kimin yanında tesettür edileceğine dair.

Nur Sûresi 31. ayette konuyla ilgili olarak şöyle denmektedir:
E. Hamdi Yazır tefsirinde, alimlerin çoğunluğunun bu ayetin zinet yerlerinin örtülmesi şeklinde anlaşılması gerektiğinde fikir birliği içinde olduklarını belirtir. Fakat ayrıntılardaki farklılıkları da belirtir. Örneğin mecazın durumu konusunda bazı alimler zinetlerin takıldığı yerlerin haricinde zinet eşyasına bakmanın caiz olduğunu vurguladığını savunurken, bazısı ise mecazın kadının ve belirtilen vücut kısımlarının güzelliğine atfen olduğunu belirtir; buna göre zinet zaten yapay süs olarak kadının güzelliğini süslemek amaçlıdır yani zinetten maksat bedendir - kadının gerçek zineti bedenidir. Zaruri ile ifade edilen yerlerinse el ve yüz olduğu çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. Mevdudi tefsirinde ayetin bu kısmını açıklarken kasedilenin kadınların bilerek ve kasıtlı olarak süslerini açığa vurmamaları, kontrolleri dışında açığa çıkandan ise mesul olmadıklarını belirtir. El ve yüzün kasdedilen "vücudun genelde açıkta kalan ve örtülmeyen kısımları" olduğu fikrini de tefsirinde belirtir ve bunun Hanefi fakihlerin çoğunluğunun görüşü olduğunu da not düşer.
Ayetin kalanında kimlerin yanında örtünmenin gerekmediğine dair bilgi yer alır.
Müfessirlerin ve İslam tarihçilerinin geneline göre İslam öncesi dönemde Arap kadınları enselerine bağladıkları veya arkalarına sardıkları baş örtüsü tarzı bir örtüyü takarlardı. Bununla birlikte bu örtü gerdanlarını ve diğer taraflarını örtmezdi.
Örtünme konusu,aynı ayetin Yaşar Nuri Öztürk tarafından yapılan mealinde ise "örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar" şeklinde yer alır.

Ahzab Suresi 59. ayette ise tesettür konusuna şöyle değinilir:
Yazır bu ayetin tefsirinde ayetin mümin yani hür kadının tesettür etmesinin emrini vurguladığını belirtir ve geçen cilbab sözcüğünü şöyle tanımlar:
"Cilbâb; Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, car gibi dış örtüsünün, elbisesinin adıdır." Aynı ayet Yaşar Nuri Öztürk tarafından şu şekilde tercüme edilmiştir:
"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınmaları ve incitilmemeleri için çok daha uygun bir yoldur. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."

Hadislerde Örtünme
Altı temel hadis kitabının bir araya toplanmış hali olan Kütüb-i sitte'de farklı başlıklarda örtünmeyle ilgili hadislere yer verilmiştir. Ayşe bint Ebu Bekir'den rivayet edilen bir hadis şu şekildedir;

"Resûlüllah bileklerinin dört parmak yukarısını işaret ederek:“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kadına ergenlik çağına varınca yüzü ve şuraya kadar elleri dışında herhangi bir yerini açması helal değildir."
Yine Ayşe bint Ebu Bekir'den rivayet edilen bir hadise göre, Ebu Bekir'in kızı Esma ince bir elbise ile peygamberin huzuruna girmişti. Peygamber yüzünü başka yöne çevirdi ve, yüzünü ve avuçlarını göstererek şöyle dedi;
"Ey Esma! Şüphesiz kadın erginlik çagına ulaşınca, onun şurası ve burası dışında kalan yerlerinin görünmesi uygun değildir."
İlahiyatçılar, belirtilen bölgelerden başka ayakların da örtülmeyebileceğini ifade etmişlerdir.

Din Alimlerinin Yorumları
Diyanet işleri başkanı Ali Bardakoğlu, İslam inancında başı örtmenin dini bir gereklilik olduğunu ancak bir insanın Müslüman olması için başını örtmesinin şart olmadığını ifade etmiştir.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

EVLİLİKTE DUYGUSAL ZEKA



Araştırmacılar, sorunların değil, davranış biçimlerinin evliliği bitirdiğini söylüyor.

Bütün aşkların tatlı başladığı gibi, bütün evliliklerde ’bir yastıkta kocamak’ için yapılıyor. Ancak büyük heyecanlarla yaşanan ilk beraberlikler ve o ilklerin dayanılmaz cazibesi zamanla yerini kavgalara, ayrılıklara bırakıyor. Nikah masasında söylenen ’evet’ler hayatınızda yeni açılan sayfanın da ilk sözcükleri olur. Sonra gelenekler, birbirine aşık insanların duygu yoğunluğuna karmaşa başlar. Zorunluluklar, sorumluluklar birbiri ardına dizilik. Hayatın akıp giden çarkına çelme takmaya uğraşırken, taraflar birbirlerini kimi zaman anlayamaz olur. Kısacası zaman içinde yaşınız, çevreniz ve deneyimlerinizle değişirsiniz. Bu değişimleri yumuşak geçişlerle evliliğinize taşımayı beceremezsiniz. İşte bu noktada duygusal zeka denilen sihirli değnek devreye girip, görevini üstlenir. Duygusal zeka konusunda araştırmalar yapan psikologlar bu sihirli formülü bakın nasıl anlatıyor.
Evlilikte duygusal zekanın her zaman devrede olması gerekir. Eşler arasında evlilik içi sorunlar yaşanıyorsa, önce kendi analizlerini yapmaları şarttır. Duygusal zeka uyuduğu zaman, sorunlar bir çığ gibi büyümeye başlar.


Evlilik sonrası
Evlilik kanunlar önünde pekiştirildikten sonra, evlilik sürecinde birden fazla boyut başlıyor. Evliliğin sosyal boyutu, evliliğin kuralları, evlilikteki roller ve evliliğin duygusal boyutu. Evlilik terapilerine başvuran çiftlerde, en çok rastlanan sorunların başında, eşler arasındaki iletişim sorunu ve bu iletişimsizlikten doğan problemler geliyor. İşte bu noktada duygusal zeka önem taşıyor.
Duygusal zeka olarak adlandırdığımız, karşı tarafı anlayabilme, algılayabilme ve aynı zamanda da kişinin kendi duygularını ifade edebilme becerisidir. Toplumumuzda kişileri duygusal ve mantıklı olarak iki gruba ayırıyoruz. Üstelik mantıklı olarak nitelendirilen kişilerden övgüyle, diğerlerinden de eleştiri ile söz ediyoruz. Oysa ki, her alınan kararın altında duygular yatıyor. İnsan kendisine yapılan bir harekete cevap vermeden önce duygularına başvurur. Duygusundan aldığı mesajla düşüncesini geliştirir, sonunda da bu düşüncesini eyleme döker. Bu gerçeği göz önüne alırsak duygusal insan, mantıklı insan ayrımına gitmemek gerektiğini görürüz.
Öncelikle zeka bir bütün olarak ele alınırdı. Son yıllarda zekanın birden fazla alanda işlevsel olduğu ortaya çıktı. Bu açıdan baktığımızda evliliklerde duygusal zekanın ne kadar gerekli olduğunu görüyoruz. Bu evlilikte duygusal zekanın varlığı, uyumu son derece olumlu etkiliyor. Evlilik terapilerinde çiftler terapi süresince bu alandaki boşlukları çok iyi fark edebiliyorlar. Bir anlamda empati kurmayı da denemiş oluyorlar. Empati; bir kişinin diğer kişinin yerine bir an için geçerek, onun gibi hissetme ve onun gibi algılama becerisi. Yani, bir başkasının gözleriyle dünyaya bakmak ve bir başkasının duyguları ile bir an için yaşamaktır. Eşinin üzüldüğü herhangi bir olayı saçma bulan eş, eğer duygusal zekasını işin içine sokarsa, söz konusu olan üzüntünün hiç de saçma olmadığını farkeder. Kırıcı, yıpratıcı bir çok konuşmanın ve davranışın da bu şekilde önüne geçilmesi mümkün olacaktır.


Şikayet nedenleri * Eşim beni anlamıyor.
* Eşim bana sevgi sözcükleri söylemiyor.
* Eşimle duygularımı paylaşamıyorum.
* Eşim benimle sohbet etmiyor.
* Eşim bana zaman ayırmıyor, başbaşa kalmıyoruz.
* Eşim benim ilgilerime karşı ilgisiz.
* Eşim çok duyarsız biri.


Anlaşılmak için
* Acımasız eleştirilerden kaçınmak, duygusal zekayı öne çıkarmak.
* Birbirlerinin duygularına karşı açık ve duyarlı olmak.
* Hayatın koşturmacası yanında birbirine zaman ayırmayı başarmak.
* Aynı evde yaşayan iki yabancı konumuna düşmemek.
* Her zaman ve her koşulda duyguları uzakta tutmadan gözlem yapmak.


Boşanma riski artıyor
Uzmanlara göre, boşanma oranlarında yükseliş durmasına karşın, yeni evli çiftlerin boşanma riski artıyor. Evliliği kurtaran veya yıkan etkenler çiftler arasındaki sorunlardan değil, bu sorunların tartışılmasından kaynaklanıyor. Evliliğin tehlikede olduğunu haber veren erken uyarı işareti, insafsız eleştirilerle göz ardı ediliyor. Mutsuz çiftleri bile, bir arada tutan sosyal baskılar giderek azalıyor. Evlilikler eşler arasındaki duygusal güçlerle kurtulacaktır. Duygusal zeka (EQ) bu dönemde kurtarıcı bir rol üstleniyor.

EĞİTİMDE DUYGUSAL ZEKA





Bir toplumun çağdaş uygarlık düzeyine yükselmesi ve bir bilim toplumu haline gelebilmesi kuşkusuz ki onu meydana getiren bireylerin aldığı eğitimle doğru orantılıdır. İlk eğitim doğumla birlikte ailede başlar. Doğal olarak her anne-baba ya da bu görevi üstlenen kişi kendisi için en doğru olanı uygulayarak dünyaya yeni gelmiş olan bu yeni bireyi topluma kazandırmaya çalışır. Ancak insanlar farklı farklıdır ve herkesin kendi adına yaşadığı hayat  senaryosu değişik gelişir. Hayat akarken yetişkinlerin yaşadığı gündelik sorunlar istemeden de olsa çocuklara yansır ve bu olumsuzluklar onların yeni oluşmakta olan kişiliklerini değişik boyutlarda etkileyebilir. Bu bakımdan çocuğa ailede verilen eğitimin kalitesi büyük önem taşır.
Eğitimde aileden sonra gelen durak okuldur. Okul temel olarak insanların entelektüel kapasitesini geliştirdiği yerdir ve bu yerde insan zekasının gelişim evrelerine uygun olarak öğrencilerin düzeylerine uygun bilgilerle donatılması beklenir. Gerek ilköğretim okullarında, gerekse liselerde öncelikle hedeflenen budur. Her çocuk bu okullardan aynı başarıyla mezun olamaz. Ülkemizde liseden sonra istediği üniversiteye girmeyi başararak eğitimini tamamlayabilen gençlerin sayısı oldukça düşüktür. Sorun bununla da bitmez, çünkü iyi bir iş sahibi olmanın ve o işte başarılı olmanın koşulları vardır. Dahası, yapılan araştırmalar üniversiteyi başarıyla bitiren her öğrencinin hayatta aynı başarıyı gösteremediğini ve mutlu olamadığını ispatlamıştır. Bu bakımdan okulda verilen eğitimin sadece bilgi yüklemeye dayalı olması hayat koşullarına bakıldığında hiç de yeterli olmadığı görülebilir. 
Okullarımızın çocuklara:
* hedef belirlemek,
* çeşitli sorunlara değişik çözümler getirmek,
* doğru zamanlarda doğru kararlar verebilmek,
* yaratıcı düşünmek gibi hayati önem taşıyan becerilerin de kazandırabilmesi -özellikle günümüz şartlarında- çok gereklidir. Özellikle de ailesinden yeterli eğitim alamadığını düşündüğümüz çocukları göz önünde bulunduracak olursak müfredatımıza: “sevmek, sevilmek, değer vermek, değer görmek, paylaşmak” gibi ekmek-su kadar temel gelişim ihtiyaçlarını da dahil etmemiz gerekecektir. Bunu hissedebilmenin en iyi yolu belki de eğitimciler olarak bütün öğrencileri kendi öz çocuklarımız gibi düşünebilmektir. Ancak bunu yapabildiğimizde onların bir bütün olarak -biz vermezsek- nelerden yoksun kalabileceklerini algılayabiliriz. Bu bağlamda, sınıfa giren bir öğretmenin sadece alan bilgisinin iyi olmasının yeterli olmayacağı ortadadır. Öğretmen, alan bilgisini doğru kanallardan, doğru yöntemlerle aktarırken, sevgisini ve insani değerlerini de katması gerektiği yadsınamaz.
Öğrenmenin duygusal temellere dayandığı fikri yeni değildir, milattan önce Platona kadar dayanır. Son yıllarda fark edilen gerçek şudur ki bilişsel, duygusal ve sosyal benliklerimiz birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Öyle ki duygularımız düşüncelerimizi önemli ölçüde etkilerken, davranışlarımız duygularımızdan ayrı düşünülemez (Freedman et al., 1997/1998). Son yıllarda yapılan birçok araştırma, bilişsel yeteneklerin kişinin hayattaki başarısında tamamen etkili olmadığını ortaya koymuştur.  Örneğin,  Goleman (1995) bilişsel yetenekleri simgeleyen akademik zekası (IQ) yüksek kişilerin yaşamın üstesinden o kadar da iyi gelemediğini, buna karşılık vasat IQ’ lü kişilerin şaşırtıcı derecede yaşamda başarılı olmasında hangi etkenlerin rol oynadığı sorusuna cevap aramıştır.


Çözüm:Duygusal Zeka ve Duygusal Okuryazarlık


“Duygusal okur-yazarlık” temel olarak hem kendi hislerimizi hem de iletişim halinde bulunduğumuz diğer insanların hislerini tanıyabilme, anlayabilme ve yönetebilme yetkinliklerine sahip olmaktır. Bu yetkinlikler  IQ (akademik zeka) ile ölçülen salt bilişsel yeteneklerden farklıdır ancak onu tamamlar.  Bu tanım aslında Goleman’ın  1995 yılında çıkardığı “Duygusal Zeka” adlı kitabında değindiği duygusal zekayla ilgili kavramsal açıklamaların bir uzantısıdır. Dolayısıyla duygusal okuryazarlığın gereklerini daha iyi anlayabilmek için bu kavramsal açıklamaları gözden geçirmek gerekir.
 Goleman’a göre “duygusal zeka”  “kişisel” ve “sosyal” olmak üzere iki asıl yetkinlikten meydana gelir (Gowing, 2001, s. 120-122; Baltaş, 1999).


Kişisel Yetkinlikler  
1. Kendiyle ilgili farkındalık: Kişinin, kendi iç dünyasını tanıması, tercihlerini yapabilmesi, sahip olduğu gücün ve kaynakların farkında olması,
* Duygusal Farkındalık: Kişinin, kendi duygularını tanıması ve bu duyguların doğurduğu sonuçları fark etmesi.
* Doğru şekilde kendini değerlendirmek: Kişinin, kendi güçlü ve zayıf yanlarını bilmesi ve buna göre kendi duygusal sınırlarını belirleyebilmesi.
* Özgüven: Kişinin, kendisi ve sahip olduğu yetkinlikleriyle ilgili olarak değerli olduğuna inanması.


2. Kendini yönetme: Kişinin, kendi iç dünyasını, sahip olduğu dürtüleri, ve elinde bulunan kaynakları yönetebilmesi.
* Kendini kontrol edebilmek: Kişinin, içinden gelen duyguları, dürtüleri  kontrol edebilmesi.
* Güvenilirlik: Kişisel bütünlük sahibi, hem kendine hem de başkalarına karşı her anlamda dürüst olmak.
* Kişisel bilinç sahibi olmak: Kişinin, her türlü davranışının sorumluluğunu yüklenebilmesi.
* Uyum kabiliyeti: Kişinin, hayatına giren değişikliklere ve beklenmedik durumlara gerekli esnekliği göstererek uyum sağlayabilmesi.
* Yeniliklere açık olmak: Kişinin yeni fikirlere, yaklaşımlara ve bilgilere açık olması, bunlardan rahatsızlık duymaması.


3. Motivasyon: Kişinin amaçlarına ulaşabilmek için duygularını yönlendirebilmesi.
* Başarıya yönelme: Kişinin, mükemmellik düzeyine ulaşabilmek için sürekli gelişim çabası içinde olması.
* Göreve bağlılık: Kişinin, içinde bulunduğu ekibin veya işletmenin hedefleriyle uyum içinde olması.
* Girişimcilik: Kişinin, karşısına çıkan fırsatların farkında olması ve bu fırsatları değerlendirebilmek için hazır hissetmesi.
* İyimserlik: Kişinin, karşılaştığı zorluklara ve engellere rağmen hedeflerine doğru yönelmekte kararlı ve ısrarcı olması.


Sosyal Yetkinlikler
1. Empati:
 Kişinin, etrafındaki diğer insanların duygularını, ihtiyaçlarını ve kaygılarını anlayabilmesi, bu anlayışla yaşaması.

* Diğer insanları anlamak: Kişinin, diğer insanların duygularının ve bakış açılarının farkında olması, onların kaygılarıyla samimi bir şekilde (yargılamadan ve savunmaya geçmeden) ilgilenmesi
* Diğer insanları geliştirmek: Kişinin, birlikte yaşadığı insanların gelişmekle ilgili ihtiyaçlarını fark ederek onları becerileri doğrultusunda geliştirmesi
* Hizmete yönelmek: Kişinin, etrafındaki diğer insanların çeşitli ihtiyaçlarını önceden tahmin edebilmesi, bu tür ihtiyaçların olduğunu fark edebilmesi ve gerektiğinde  severek bunları       karşılayabilmesi.
* Farklılıklarla etkili bir şekilde başa çıkabilmek: Kişinin, etrafındaki farklı kişilerden kaynaklanan değişik sorunları gelişmeye ve değişmeye  yönelik birer fırsat olarak değerlendirebilmesi, ve bu fırsatlardan etkili bir şekilde yararlanabilmesi, bunları geliştirebilmesi.
* Politik farkındalık geliştirmek: Kişinin, herhangi bir topluluktaki duygusal yönlenmeleri ve güç dağılımını çözümleyerek değerlendirebilmesi.


2. Sosyal Beceriler: Kişinin, başka insanların tepkilerini kendi istediği doğrultuda yönlendirebilmesi.
* Etkili olma: Kişinin, karşısındakileri istediği doğrultuda ikna edebilmek için etkili yöntemler geliştirebilmesi.
* İletişim: Kişinin, karşıdaki kişiyi etkili bir şekilde dinlemesi ve onu ikna edebilmek için mesajın olduğu kadar üslubun da önemli olduğunun farkında olması.
* Sorun yönetimi: Kişinin, çeşitli sorular karşısında uzlaşarak çözüme yönelmesi.
* Liderlik: Kişinin, başka insanlara ilham vermesi ve onları yönlendirmesi.
* Değişim Yönetimi: Kişinin, değişim sürecini başlatabilmesi ve bu süreci yönetebilmesi.
* İlişki Kurmak: Kişinin, anlamlı ve doyumlu ilişkiler kurabilmesi.
* İşbirliği: Kişinin, başka insanlarla ortak amaçlar doğrultusunda çalışabilmesi.
* Ekip Çalışmasına Yatkın Olmak: Kişinin, bir grupla birlikte ortak amaçlar doğrultusunda sinerji yaratacak bir çalışmaya girebilmesi.
Goleman’ın sıraladığı bu beceri ve yetkinlikler her yaş ve meslek gurubundan insana, özellikle anne-babalara, eğitimcilere ve öğrencilere hayat başarısı bakımından ışık tutacak niteliktedir. Özellikle eğitim alanında duygusal zekanın varlığı ve bu farkındalığın sağlayabileceği avantajlarla ilgili olarak gözden geçirilmesi gereken çok şey var. Bunlardan en önemli ve en çok dikkat edilmesi gereken nokta çocuklarımızın duygusal hayatını ihmal ve göz ardı etmememiz. Duygularımız değil midir bizim gerçekte kim olduğumuzu hissettiren, kendimizi savunduran, sevdiklerimize bağlayan, aşkı yaşatan, hüzünlendiren veya delicesine bir hırsla hedefimize yönelmemizi sağlayan? Okullarda okutulan dersler sadece konuyla ilgili içeriği vermeye yönelik olup, duygusal içerikten yoksun ise öğrencilere hitap edemez ve dolayısıyla öğrenciler için itici bir hal alır. Öğretmenler her ne olursa olsun derslere duyguları katmak, teori ve uygulamayı bir arada, bağlantılı bir şekilde vermek, doğru sorular sorarak verdikleri bilgileri çocuklar için kalıcı bir hale getirebilmek sorumluluğundadır. Bu arada konu bilgisini alırken, öğrenciler grup/eşli çalışma gibi aktivitelerle iletişim yeteneklerini geliştirebilir ve bu tarz grupsal projelerle özgüvenlerini artırabilir, dinlemek, başkalarının fikirlerine değer vermek, seçim yapmak, sorunların üstesinden gelmek, plan yapmak ve buna benzer bir çok becerileri kazanma şansına sahip olabilirler. Bunun yanı sıra duygusal okuryazarlığını geliştirebilmiş bir öğretmen  herhangi bir disiplin sorunu veya davranış bozukluğu karşısında gerekli duyguları masaya yatırarak, öğrencilerinin bu tür davranışlarının hangi tür duygulardan kaynaklandığını görmelerini sağlayabilecektir.

DUYGUSAL ZEKA


DUYGUSAL ZEKÂ KAVRAMININ GELİŞİMİ:


Son yıllarda yapılan araştırmalar, IQ’nun hayattaki başarıya katkısının %10’dan fazla olmadığını göstermektedir. Yüksek IQ, başarının, prestijin veya mutlu bir yaşamın garantisi olmadığı halde, okullarımızda ve kültürümüzde akademik yetkinlik hala ön planda tutulmakta; günlük hayatımızda büyük önem taşıyan sosyal ve duygusal becerilerin geliştirilmesi ihmal edilmektedir.
Duygusal ve sosyal kapasitesi yüksek kişiler - yani, duygularını iyi bilen, onları kontrol edebilen, başkalarının duygularını anlayan ve bunları ustalıkla idare edebilenler - hayatlarının gerek özel gerekse mesleki alanlarında daha avantajlı bir konuma geçerler.
Duygusal ve sosyal becerileri gelişmiş insanlar hayatta daha mutlu ve üretken oluyorlar.
Duygularını kontrol edemeyen kişiler ise, net düşünebilme ve işlerine konsantre olabilme yeteneklerini engelleyen içsel bir mücadeleye giriyorlar.
Son yıllarda, bazı araştırmacılar insan zekasını eski yöntemlerle incelemenin sınırlamalarını keşfettiler.
Howard Gardner 1980’lerin başlarında IQ yaklaşımını sorgulamaya başladı. "Frames of Mind" adlı kitabında yaşamdaki başarı açısından hayati derecede önem taşıyan yalnızca tek bir zeka türü olmadığını, ancak zeka türlerinin daha geniş bir yelpazede ele alınabileceğini öne sürüyordu. (Møller, 1999, s. 217).
Bu alandaki öncü isimlerden bir diğeri de Robert Sternberg’dir. Sternberg, yüksek IQ’nun akademik başarı getirebileceğine fakat hayatın diğer alanlarında hedefe yönelik eylemlere yol açmayacağına inanmaktadır. Kendi standartları veya başkalarının standartları doğrultusunda başarıyı yakalamış insanlar sadece okullarda değer verilen hareketsiz zekaya güvenmekten çok birçok alanda beceri sahibi olmuş, bu becerileri geliştirmiş ve uygulamış kişilerdir. (Møller, 1999, s. 222).
ABD’de 1985 yılında bir doktora öğrencisi (Payne, Wayne Leon) A study of emotion: Developing Emotional Intelligence; Self-integration; Relating to fear, Pain and Desire (Theory, Structure of reality, Problem-solving, contraction / expansion, tuning in/coming out/letting go) başlığı taşıyan bir doktora tezi  yazmıştır. Bu çalışma ilk olarak "Emotional Intelligence" kavramının akademik çevrelerde kullanılmasıydı.
1990 yılında Harvard Üniversitesi’nden psikolog Peter Salovey ve New Hampshire Üniversitesi’nden psikolog John Mayer "Emotional Intelligence" ile ilgili iki tane makale yayımladılar. Bu profesörler, insanların duygusal alandaki yetilerini bilimsel olarak ölçmeyi denemişlerdir. Bu hocaların bulguları, bazı insanların diğerlerinden, kendi duygularını tanımlamada, başkalarının duygularını tanımlamada ve duygusal konularda problem çözmede daha iyi olabileceğini ortaya koyuyordu. Geçtiğimiz on yılda bu profesörler, duygusal zekamızı ölçmeye yönelik iki değişik test geliştirdiler. Onların çalışmaları genellikle akademik çevre içinde kaldı.
Başarı için önemli görülen "empati, duyguları ifade etme ve anlama, mizacı kontrol etme, bağımsızlık, uyum sağlayabilme, beğenilme, kişiler arası sorunları çözme, sebat, sevecenlik, nezaket, saygı... " gibi duygusal nitelikleri betimlemek için kullanılan bu kavramın "şöhret" olması, ancak 1995’de psikoloji alanında doktoralı gazeteci-yazar Daniel Goleman’ın "Duygusal Zekâ" (Goleman, Daniel (1995). Emotional Intelligence: Why It Can Matter More Than IQ. New York: Bantam Books.) kitabını yayınlaması ile gerçekleşmiştir.
Meşhur olmadan önce Goleman, New-York Times gazetesine ve Popular Psychology dergisine yazılar yazan bir gazeteciydi. 1994 ve 1995 senelerinde “Duygusal Okur-Yazarlık” üzerine bir kitap yazmayı planlıyordu. Bu kitap için okulları ziyaret ederek, duygusal okur-yazarlığı geliştirmek için hangi programları geliştirdiklerini öğreniyordu. Aynı zamanda da genel olarak duygular üzerine yoğun incelemeler yapıyordu. En çok da Mayer ve Salovey yazılarını okuyordu. Bir noktada Goleman kitabın ismini “Duygusal Zeka” olarak değiştirdi. Bu isimle  daha popüler olacağını ve iyi satacağını düşünmüştü.
Böylece 1995’te “Duygusal Zeka” yayınlandı. Bu kitapla "Duygusal Zekâ" Time dergisinin kapağında boy göstermiş, okullardan şirketlere dek yönetim odalarında sohbet konusu yapılmış, ünü Beyaz Saray’a kadar uzanmıştır. ABD Başkanı Clinton, esi Hillary tarafından kendisine armağan edilen bu kitap için "mükemmel bir kitap, çok ilginç, çok sevdim." sözleriyle onun önemini ve değerini vurgulamıştır.
Kitap için iyi planlanmış bir promosyon çabasının gereği, Goleman Amerikan televizyonlarında görünmeye başladı. Aynı zamanda kitabını tanıtmak için büyük bir konferans turuna da başladı. Kendisinin ve yayıncısının çabaları sayesinde kitabı uluslararası bir best-seller oldu. New-York Times gazetesinin çok satanlar listesinde neredeyse bir yıl kaldı ve Goleman’a iyi paralar kazandırdı.
Kitabında; beyin, duygular ve davranışlar üzerine bir sürü ilginç bilgiyi bir araya getirmişti. Goleman kitapta kendi fikirlerine çok az ve yüzeysel yer verdi, ve buna bağlı olarak kendi önyargılarına ve inanışlarına da. Genellikle yaptığı, diğerlerinin işlerini toplamak, onları organize ve dramatize etmekti.
Ünlü olduğu 1995’ten beri Goleman duygusal zekanın aktüel araştırmasını yapmıştır. Kitabı 1995’te yayınladıktan sonra yöneticilerin, kendi fikirlerine büyük paralar ödemeye hazır olduklarını keşfetmiştir. Goleman buralardan çok iyi para kazanınca NYT’daki işinden ayrılmış ve çok uluslu bir konsorsiyum ( http://eiconsortium.org ) kurmuştur. Aynı zamanda sadece iş pazarına özel bir kitap (Goleman, Daniel (1998). Working With Emotional Intelligence. New York; Bantam Books.) daha yazmıştır. Bu kitapta da duygusal zekanın tanımını kendine göre yapmış ve duygusal zekanın 25 yeti, yetenek ve ustalıktan oluştuğunu açıklamıştı.
Öbür tarafta ise Mayer ve Salovey duygusal zeka hakkında yorum yapmakta temkinli davranıyor ve kavramın “başarı, mutluluk ve ideal vatandaş hakkında etkilerini saptamada ihtiyatlı oluyorlardı ve para kazanmaktan çok bilimsel gerçekler üzerinde duruyorlardı. Bu profesörler ve Caruso (MSC) EI’nin zekanın gerçek bir formu olduğunu ve bilimsel olarak ölçülemeyeceğini düşünüyorlardı. 


DUYGUSAL ZEKANIN TANIMI:
1980’lerin başında, İsrailli Psikolog Dr. Reuven Bar-On, duygusal zeka kavramını geliştirmeye başlamış; "Bir kişinin çevresel baskılarla ve isteklerle başa çıkmak için başarılı olma yetisinde; duygusal kişsel ve sosyal yeteneklerinin bir bütünüdür."  şeklinde tanımlamıştır. (Møller, 1999, s.  218).
Peter Salovey ve John Mayer, 1990’da Duygusal Zekayı şöyle açıklamışlardır : "Bir kişinin kendi ya da başkalarının hislerini ve duygularını yansıtabilme, onları ayırt edebilme ve kişinin düşüncesi ve eyleminde bu bilginin kullanılmasıdır." (Møller, 1999, s.  219).
Daniel Goleman, 1995 yılında yayınlanan "Duygusal Zeka" adlı kitabında "Duygusal zekayı kişinin kendi duygularını anlaması, başkalarının duygularına empati beslemesi, ve duygularını yaşamı zenginleştirecek biçimde düzenleyebilmesi yetisi" olarak tanımlıyor. (Goleman, 1996).
Goleman’a göre; beynin düşünen parçası, beynin duygusal parçasından ürüyor. Beynin düşünen ve duygusal parçaları genelde yaptığımız her şeyde birlikte çalışıyor ve gerek iş yaşamında gerekse özel yaşamda başarılı ve mutlu olmak, insanların duygusal zeka becerilerine bağlıdır.

1 Mayıs 2012 Salı

Dioksin kanserojendir.


Radyokimyager ve Radyofarmasist olan Dr. Memduh Sami TANER'in kalema aldığı bu makalede, plastik maddelerin ısıyla ve özellikle sıcak suyla temasıyla birlikte çok zararlı, kanserojen maddelerin (Dioksin) üretildiği belirtilmektedir.


Günümüzde birçok fastfood şirketi, kanserojen etkileri olduğu için serviste plastik kullanımını terketmiş, kağıt bardaklar kullanmaya başlamışlardır. Gelişmiş ülkelerin aksine ülkemizde plastiklerin yiyeceklerle birlikte kullanılması konusunda kanuni bir boşluk bulunmaktadır. Bu boşluğun sağlığımızı etkilemesine izin verilmemelidir.
Plastik bardaklarda servise sunulan sıcak içeceklere, sıcak besin maddelerine ve mikrodalga fırında ısıtılan plastik kaplardaki yiyeceklere Dioksin bulaşır. Pet şişelerde satılan sulara, güneşin ve sıcağın etkisiyle kanserojen Dioksin maddesi karışır.

Dioksin bir kez bedene girdikten sonra dışarı atılamaz. Yağ dokuda birikir ve canlının yaşamı boyunca orada kalırlar. Hiç doğum yapmamış kadınlarda göğüs kanseri görülme sıklığı bu nedenle daha fazladır. Emzirmeyle birlikte kadınlar, farkında olmadan göğüslerinde biriken dioksini bebeklerine aktarırlar. Böylece bebekleri daha ilk günden dioksinle tanışır. Yaşamı boyunca bedeninde taşımak zorunda kalacakları, bu güne kadar bilinen en kansorejen maddeyle birlikte yaşarlar.
Yarattıkları atık miktarıyla, büyük bir çevre sorunu yaratan "kullan-at" niteliğindeki tüketim ürünleri için en iyisi hiç tüketmemektir. Nasıl olsa geri kazanılıyor diye, "kullan-at" türündeki ürünleri sınırsız kullanımına yönelten yanlış bir bilinç vardır. Temizlenemeyen besin ve içecek artığı bulunan "kullan-at" ürünleri yakma tesisine gönderilir. Bu tür ürünler geri kazanım sırasında da, gereksiz hammadde ve enerji kullanımına ve diğer birçok tehlikeli atığa neden olurlar. Dioksin, bunların başında gelir.
Dioksin, üretim, geri kazanım ve yakılarak yok edilmesi sırasında aynı oranda ortaya çıkar ve havaya karışır.Havayı soluyan her canlı bu maddeden etkilenir. Nisan 2005'te yapılan bir araştırmada, Kocaeli'ndeki atık yakma tesisi çevresinde yaşayan halkın beslediği hayvanların yumurta ve sütlerinde sınırların üzerinde Dioksin bulunmuştu.
Çevreye ve sağlığımız üzerine zararlı etkilerini göz önüne alarak, plastiğin hemen her alanda kullanımının azaltılması yada tamamen ortadan kaldırılması konusunda duyarlı olmalı ve bu davranışı bir yaşam biçimine dönüştürmeliyiz.
Plastiğin günlük yaşamdaki kullanım alanları; Plastik, bardak, tabak, çatal, kaşık, kap, kacak, pet şişeler, damacanalar, PVC pencere sistemleri, sandalye, masa, çocuk oyuncakları, elektronik eşyalar, vb. 
Hayatımızı plastikler istila etti. Bu istila yaşamıda plastikleştirdi. Yani hayatlar plastikleşti. 


Plastikle ilgili olarak Ege Üniversitesi'nden Dr. Memduh Sami TANER 
(Ph.D.) çalışmasını dikkatlerinize sunuyoruz.


Taner; Sıcak çayla doldurulmuş plastik bardaklar tehlike saçıyor! Su damacanalarından, alüminyum folyoya birçok ambalaj yiyip içtiklerimize geçiyor. Dr. Memduh Sami Taner günlük hayatımıza “sızan” kimyasalları anlattı. Ege Üniversitesi’nden radyokimyager ve radyofarmasist Dr. Memduh Sami Taner günlük hayatımızda yaygın olarak kullandığımız bazı ambalaj malzemelerinin tehlikelerine dikkat çekiyor. Dr. Taner’e göre, içindeki yiyecekle tepkimeye girmeyen, hiçbir kimyasal madde sızdırmayan “cam ambalajlar” tercih edilmeli.
Ege Üniversitesi’nden radyokimyager ve radyofarmasist Dr. Memduh Sami Taner günlük hayatımızda yaygın olarak kullandığımız bazı ambalaj malzemelerinin tehlikelerine dikkat çekiyor. Dr. Taner’e göre, içindeki yiyecekle tepkimeye girmeyen, hiçbir kimyasal madde sızdırmayan “cam ambalajlar” tercih edilmeli.
Plastik bardak, tabak, çatalPlastik bardak ve malzemeler ile sıcak içecek-yiyecek tüketimi ciddi olarak terk edilmesi gereken, Sağlık Bakanlığı’nca üretimine müdahale edilmesi gereken bir konudur. Maliyeti düşürmek ve daha çok kar elde edebilmek için “çok ince” plastik bardak ve tabak üretildiğine şahit olmaktayız. Bu tür malzeme ile tüketilen 70-90 derece sıcaklığındaki içecek, içinde bulunduğu polimer (plastik) malzemeyi ısı etkisi ile çözerek, monomerlerine ayırmaktadır. Bu monomerler ise tehlikeli kanserojen malzemelerdir.
 Köpük bardak Köpük, polimer bir malzemedir. Yukarıda açıklanan plastik malzemelere göre ısıl müdahalelere dayanıklılığı daha yüksek gibi görülse de gözenekli yapısı dolayısıyla 100 derece sıcak sıvılar bu materyalin (ör.polistiren) çözünmesini sağlayabilir. Bu durumda yine monomerik gruplar sıvıya geçecek ve oral yolla bünyeye toksik madde alımı gerçekleşebilecektir. 
Kağıt bardakSıcak su ile ilişkiye en az geçme ihtimali, kağıt bardaklar için geçerlidir, özellikle ABD, İngiltere ve Avrupa Birliği’nde kağıt bardak yaygın kullanımdadır. İnsan ve çevre sağlığı açısından geri dönüşümlü materyallerin kullanımı  zorunlu ve öncelikli bir konu olduğundan yurtdışında soğuk-sıcak her türlü içeceklerin perakende satışı kağıt bardak ile yapılmaktadır. Ülkemizde ise plastik malzemeler halen yoğun olarak kullanılmakta ve çevre kirliliğine sebep olmaktadır.

Su ve gazlı içeceklerin plastik şişeleri 
Suyun dolumunda kullanılacak kaplar Sağlık Bakanlığı’nın iznine tabidir. Bu kaplar, suyun niteliğini değiştirmeyecek ve su ile etkileşmeyecek, izin alınmış bir maddeden yapılır.
Ambalajda cam dışındaki malzemeden yapılmış kapların kullanılması halinde, bu kapların sağlık açısından sakıncalı olmadığına, kullanım ve üretimine ilişkin bilgi ve belgeler, ilgili bakanlığa sunularak izin alınır. 
Geri dönüşsüz (iade edilmeyen) plastik kap ve şişeler polietilen (PET) ve polivinilklorür (PVC) olarak bilinen polimerlerden, iadeli plastik kaplar ise Polikarbonat adı verilen polimerik malzemeler kullanılarak üretilmiş damacanalardan oluşmaktadır. Bu polimerler üretilirken sağlık açısından çok riskli hammaddeler ile yola çıkılır. Hatta polikarbonatın üretimindeki hammaddelerden biri de çok tehlikeli olan fosgen’dir* (fosgen, en çok bilinen kimyasal silahtır). Suyla etkileşimi minimal derecede olacak şekilde üretilse de yumuşak (memba) suyu her zaman iyi bir çözgendir, asitli içeceklerde ise çözücü karakter daha da baskındır. Böyle olunca da tüketicilerin uzun süre polimerik malzemeli ambalajda beklemiş içecekleri tercih etmemeleri önerilir. Polimerin çözünmesi ile ortaya çıkan monomer haricinde, polimerin üretilmesi sırasında polimerik yapıya hapsolmuş safsızlık ve katalizör denilen kimyasalların da içeceğe geçmesi, dolayısı ile tüketicilerin oldukça tehlikeli kimyasallara maruz kalması olasıdır.
Yukarıda bahsi geçen tehlikeyi düşünerek ilgili kurumlar önleyici kurallar hayata geçirmişlerdir. Bu nedenle suyun dolumunda kullanılacak kaplar, ilgili bakanlığın iznine tabidir. Bu kapların dolum öncesinde özel dedektör ve benzeri sistemler kullanarak polimer niteliğinin değişmediğinin kontrol edilmesi gerekir. Sonuç olarak, maliyeti yüksek olsa da cam malzemeden oluşmuş damacanaların piyasada bulunmasının önemli faydası olacaktır. Polimerik malzemelerin ısı ve ultraviyole ışınlardan etkilenerek bozunabilmesi de muhtemel olduğundan tüketicilerin aynı kapta su veya asitli içecekleri çok uzun süre bekletmemeleri, beklemiş ise kullanmamaları önerilir.
İçme suları ile ilgili olarak, Sağlık Bakanlığı tarafından son çıkartılan yönetmelik; İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik’tir. Bu yönetmelik Avrupa Birliğine Üye Ülkelerce esas alınan İnsani Kullanım Amaçlı Suların Kalitesine Dair 98/83/EC sayılı Konsey Direktifi, Doğal Mineralli Suların Çıkartılması ve Pazarlanmasına İlişkin Üye Devletlerin Kanunlarının Uyumlaştırılması Hakkındaki 15/7/1980 tarihli ve 80/777/EEC sayılı Konsey Direktifi ile Doğal Mineralli Sular İçin Konsantrasyon Limitleri ve Etiketleme Bilgileri Hakkında Liste Oluşturulması ve Doğal Mineralli Suların ve Kaynak Sularının Ozonla Zenginleştirilmiş Hava ile İşleme Tabi Tutulmasının Şartlarını Belirleyen 16/5/2003 tarihli ve 2003/40/EC sayılı Konsey Direktifine paralel olarak hazırlanmıştır.
Avrupa Birliği standartlarına uygun üretim şartları ve zorunluluğu kabul edildiyse de, geçmişte izin almış olan firmalar, ozonlama ile dezenfeksiyon konusunda 2006 sonu, Avrupa komisyonu direktiflerine uygunlaştırılmış birçok hayati düzenlemeyi ise 31/12/2007 tarihine kadar işletmeleriyle uyumlaştırmak zorundadır. Bu arada geçen sürede kontrol ve denetimlerde birçok detayın atlanması, kural ihlali, bizim gibi ülkelerde kuvvetle muhtemeldir.
 *bkz : Türk Gıda kodeksi yönetmeliği ek:34
Konserve tenekeleri
Günümüzde konserve ile taze gıda arasındaki farkı bilinçli ve eğitimli olan çoğu insan biliyor.  Kişi bu farkı teorik olarak bilemiyorsa bile tad alma organı dolayısı ile birşeyleri fark edebilir.
Raf ömrü en az iki yöntemle uzun tutulabilir; bir gıda üretimi esnasında steriliteyi (hijyen) sağlayarak, iki stabilizan (koruyucu) denilen kimyasalları ürüne katarak. Konu kimyasal katkı maddelerine gelince ise, işin sağlık boyutu daha çok önem kazanmaktadır. Gıda maddelerinde izin verilen ölçülerde kimyasal katkı maddeleri kullanılabilir, bu kimyasallara ait yasal limitler önemli bilimsel-toksikolojik çalışmalar ve hayvan testleri ile tespit edilmiştir. Ayrıca, zehirlenme vakalarındaki tedaviler sırasında yapılan araştırmalarla da limitler netleştirilmiştir.
Gıda mevzuatı sorunsuz, gıda üretim ahlakı ve kültürü, kalite bilinci olan, bunun yanında insan hayatına önem veren, tüketici hakları konusunda yol almış ülkelerde ideal miktarlarda katkı maddesi kullanımına rastlarsınız. Ölçüsüz para hırsı ve acımasız rekabet ortamı, bu tür değerlerin dikkate alınmasına engel olur. Daha çok satış kaygısı, katkı maddeleri için izin verilen limitlerin aşılmasını rastlanır kılar.
Ülkemiz Avrupa Birliği ile entegrasyon sürecinde bir çok düzenlemeleri ulusal mevzuatına eklemlendirmişse de uygulamada henüz büyük problemler vardır. Hatta bazı yönetmeliklerde, sadece AB’ye satılacak ürünlerde gerekli kriterlerin sağlanması ifadesi vardır. Oysa, Türkiye’de yaşayan insan ile Avrupa’daki arasında biyolojik farklılık yoktur. Zehirlenme, kanser ve nörolojik sorunlarla sonuçlanabilecek sağlık riskleri açısından herkes eşittir. 



Tekrar etmekte fayda var; ambalajın en sağlıklısı CAM’dır.

Konserve kaplarının şişmesi,  ekşi ve acı tatlar, çeşitli asidik ve kötü kokular, konserveyi oluşturan malzeme ve sıvının rengindeki kararmalar ambalaj veya içerik kaynaklı bir bozukluğu haber verir. Bu tür ürünler tüketilmemeli, kötü ambalaj ve içeriği ile “kanıt” haline gelmiş ürün, ilgili firma ve yetkili mercilere derhal şikayet edilmelidir.
Teneke ambalaj dediğimiz ambalajlar, iç yüzeyi inert (kimyasal olarak ilgisiz) bir polimerik malzemeyle kaplı ise standartlara uygundur. Fakat bu tür bir önlem alınmadan salt metal ambalaj ile gıda veya gıda maddesinin suyunun teması söz konusu ise, tüketilecek gıdaya çok dikkat edilmelidir. Uzun süre beklemiş gıdaların tüketilmesi çok riskli olup son kullanma tarihine yakın ürünler tüketilirken “metalik bir tat” hissedilirse, gıdanın tüketilmesi sakıncalı olacaktır. Son kullanma tarihi geçmiş olsun olmasın bu tür bir tat alınıyorsa gıda maddesi tüketilmemeli, tüketicilerin başvurması gereken noktalara veya ilgili firmaya bu konuda şikayet bildirimi yapılmalıdır.
Gıda bozulmaları sağlığımızı nasıl etkiler?Bozuk gıda maddeleri zaman zaman ölümle sonuçlanabilen ve gıda zehirlenmesi olarak ifade edilen zehirlenme olaylarının başlıca nedeni olabilmektedir.
Bozuk gıdaların tüketilmesiyle oluşabilen başlıca hastalık belirtileri; kusma, karın ağrısı, ateş, ishal, baş ağrısı, baş dönmesi, halsizlik, çift görme, yutkunma zorluğu, ağız kuruması, dilin şişmesi, bağırsak krampları, terleme, titreme, kanlı-sulu dışkı, karaciğer ve böbrek hastalıklarıdır.
Bu hastalıklar genellikle bozuk gıda yenildikten 2 ila 48 saat sonra görülmeye başlar ve hastalık etmeni yok oluncaya kadar devam eder.
 Alüminyum folyo 
Isıtma işlemi yapmaksızın, tamamen koruma amaçlı olarak alüminyum folyo içinde “gıda saklamak” sağlıklıdır, ancak yüksek ısıda (fırın, mikrodalga) su oranı yüksek gıdaların folyo içine hapsedilerek pişirilmesi sakıncalı olabilmektedir. Yüksek ısı ve yiyeceklerin pişirilmesi esnasında çıkan kimyasal içerikli buhar, ince alüminyum folyo ile reaksiyona girebilir. Sonuç olarak folyoyu oluşturan alüminyum metalinin, alüminyumun bir bileşiği halinde çözünerek gıdaya karışması ve bünyeye girişi, yani vücutta metal birikimine sebebiyet vermesi çok mümkündür.
Buzdolabının sağladığı 4-6 derece sıcaklıkta alüminyum folyo ile uzun süreli saklama yapmak sağlıklıdır. Gıdanın ıslak, asidik, bazik karakterde olmamasına dikkat edilmelidir.
Streç film ve buzdolabı poşetleri
Polimerik malzeme olduğu için streç film dikkatli kullanılmalıdır. Neyse ki dayanıksız bir malzeme olduğu için “tek kullanımlık” özelliğe sahip bir materyaldir. Streç film, evlerde gıda ile etkileşimi söz konusu olmadan fonksiyonunu yerine getirmekte ve atık haline gelmektedir. Ancak yemeklere karışmaması, ısıtma-pişirme esnasında kaplarda ve gıdaların iç yüzeylerinde bulunmaması çok önemlidir.
Poşet çaylar 
Ülkemizde poşet çayların kullanımı hızla artarken sağlık açısından getireceği riskler de daha çok dikkate alınmaya başlamıştır, poşeti oluşturan ambalaj malzemesinin niteliği, gözenekli olan bu malzemenin polimer lifli yapıya sahip olması, sıcaklığa bağlı olası yapısal değişimleri ve metal zımba kullanılmış olması istenmeyen özelliklerdir.
Şayet poşeti oluşturan gözenekli, kağıt hissi veren malzeme sentetik elyaf veya polimer içerikli bir maddeden yapıldıysa bu sağlık açısından sakıncalı sonuçlar doğurabilir. Başta karaciğer, böbrek olmak üzere vücuttaki değişik organ ve dokularda olumsuz etkiler yaratabilir.
Poşet üzerindeki metal zımba ise mineral içerikli, asidik (-veya bazik) ve sıcak bir sıvı olan çay içinde normal sürenin üzerinde beklediği zaman çözünmeyle sonuçlanan kimyasal bir etkiye uğrayarak, ağız yolu ile alınan “ağır metal iyonu maruziyeti” oluşturabilmektedir. Bu durumda vücutta metal birikimi söz konusu olacaktır. Vücutta biriken ağır metal iyonları, karaciğer, beyin ve akciğerde çeşitli sorun ve hastalıklara sebep olabilmektedir.
Limonlu çay içme alışkanlığı olanların metal zımbalı poşet çay kullanmaktan sakınmaları gerekir. Hava kirliliği, kalitesi düşük gıdalar, ilaçlar, aşırı mineralli sular ve diş hekimliğinde kullanılan dolgular dolayısı ile kentsel doku içinde yaşam sürdüren çağımız insanı, zaten vücudunda normalin üzerinde bir metal birikimi ile yaşamaktadır. Poşet çay üzerindeki zımba veya benzeri sakıncalı gıda ambalajları bu birikimi hızlandırarak, kanser, çeşitli nörolojik hastalıklar, karaciğer, beyin, böbrek hasarına sebep olabilmektedir.
Dünyada bu tür ürünlerin kullanımı yasaktır veya sıkı kurallarla sınırlanmıştır. Amerika’da FDA (Gıda ve İlaç Dairesi)’nın bu konularda aldığı önlemler çok sıkıdır. Gıda üretimi ve ambalaj malzemelerinde çok yoğun denetimler vardır, 2006 yılı mayıs ayında yürürlüğe konulan yeni kurallar gereği Amerika’daki gıda üreticileri, HACCP haricinde bir de GMP kurallarının etkinleştirildiği üretim biçimleri ile gıda üretimi yapmak zorundadırlar. GMP (Good Manufacturing Practice = İyi üretim uygulamaları ) ile tüketicinin, sağlıklı, hijyenik ve kaliteli gıdaya ulaşması ürünle buluşması güvence altına alınmıştır. Bu güvence, gıdanın içeriği ve temas ettiği ambalajı da kapsamaktadır. Gelişmiş Batı ülkelerinde zımba yerine dikiş ile veya doğal yapıştırıcı ile poşetin ipe tutturulduğu ambalaj şekillerine rastlanmaktadır. 
Sıcak suya konulan çay poşetlerinin ısıyla bozunmayacak, lifli doğal malzemelerden yapılmış olması gerekir. Sentetik selüloz liflerinden imal edilen poşet materyali kullanılmamalıdır.  Tarım Bakanlığı’nın ve Sağlık Bakanlığı’nın etkin kıldığı bir yönetmelikle, hem üreticiye hem de tüketiciye çay konusunda her türlü bilgi verilebilmeli, üretimde istenen ambalaj kriterleri net olarak ifade edilebilmeli ve yenilikler herkesin ulaşabileceği bir açık zeminde (internet) bulunmalıdır. Çünkü ülke genelinde en çok tüketilen ve kültürel bir öğe haline gelmiş yegane içecek çaydır. 13.12.1996 tarih ve 22846 sayılı Resmi Gazetede ilk kez yayınlanıp, 2003 yılına dek iki kez minör değişiklikler yapılan ve bu gün yürürlükte olan “siyah çay tebliği”, içerik açısından oldukça kısıtlı bir metindir.
Konuyu biraz daha açacak olursak, sıcak su her türlü çözünmeyi, deformasyonu ve parçalanmayı sağlayan bir ortamdır. Hele hele sıcak su asitlendirilmiş (limon, kuşburnu vb. ekşi tat) veya bazikse (adaçayı, ıhlamur; acımtırak tat), ayrıca içeriğinde mineral ve çeşitli iyonlar var ise bu durumda sıcak su güçlü bir çözgen gibi davranarak çay adını verdiğimiz “kurutulmuş bitki tozu”nun yanında ambalajın da çözünmesini sağlar. Kişi bu çözeltiyi (karışımı) içince hem faydalı hem de toksik birçok maddeyi vücut içine almış olacaktır. Aslında salt bitkiyi suda “ideal süre” bekleterek veya kaynatarak içecek hazırlamak en sağlıklı yoldur. Ancak tempolu ve çağdaş yaşam bizleri bu tür endüstriyel işlemlere uğrayarak hazır hale getirmiş ürünleri kullanmaya zorlamaktadır. Bireysel olarak bunlardan kaçış söz konusu olamıyorsa, yetkili otoritelerin ve sivil toplum kuruluşlarının (Tarım Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Tüketici derneklerinin) üretim alanına kesin kurallar koyarak düzenleyici ve denetleyici fonksiyonlarını baskın kılması gerekir.
Bu fonksiyonlar,
  • Yönetmeliklerle, ilgili gıda ve ambalaj malzemelerinin standartlarını belirlemek ve toksik etki göstermeyen tür ambalaj malzemelerinin kullanımını zorunlu kılmak,
  • Cezai müeyyideleri netleştirerek, halk sağlığını üstün kılmak,
  • Sık ve etkin denetlemeleri gerçekleştirmek,
  • Gelen şikayetleri önemsemek ve üzerine gitmek,
  • Halkı bilinçlendirmek olarak sayılabilir.

Kişisel olarak özel alanlarımda poşet çayı tercih etmemekteyim ama sosyal ortamlarda, hazırlanışına müdahale edemediğim içeceklerin sunulduğu yerlerde, uçakta, otobüste, poşet çay kullanmak durumunda kalabiliyorum. Tüketici, ambalaj malzemesi “naylon hissi” veren ve metal zımba içeren poşet çay yerine su ve ayran içmek gibi bir tercih yapabilir. Önerilebilecek en pratik çözüm bu olabilir. Poşet çayı kullanmak kaçınılmaz ise önce şekeri atmak, suyun olabildiğince ılımasını beklemek, ideal ambalaja sahip olmayan “sallama çay poşetini” kısa süreli olarak suda tutmak çok daha faydalı bir yöntem olabilecektir. Bir GMP uzmanı olarak ben böyle yapıyorum.
Naylon poşetler 
Çevre kirliliğine sebep olan en büyük kaynaklardan birisi de market-zincir mağaza, pazar vb. alışveriş ortamlarında kullanılan taşıma amaçlı poşetlerdir. Kentsel yaşamın bizlere dayattığı bir mecburiyet de bu poşetleri kullanmaktaki alternatifsizliktir. AB ülkeleri ve diğer birçok ülkede bu durum maalesef sürmektedir.
ABD’de geri dönüşümlü ambalaj malzemesi kullanma zorunluluğu ve çevre hassasiyeti,  ayrıca denetleme ve çevre sağlığı için ihbar-şikayet müessesesinin etkinliği sayesinde çoğu market zincirinde kağıt veya doğada parçalanabilir nitelikteki yapıya sahip ambalaj malzemesi –poşet- kullanımı söz konusudur.
Bu malzemelerin direkt olarak sağlık üzerine olumsuz etkisi yoktur, çünkü satın alınan gıda maddeleri zaten kendi ambalajındadır. Gıdalar marketten alındıklarında ya ideal ısıda ya da soğukturlar. Halk arasında “naylon poşet” dediğimiz bu malzeme ile gıda maddeleri birebir temasa geçmezler. Bu poşetlerin zararlı yanı; atık olarak bizden çıktıktan sonra çevreyle olan olumsuz ilişkileriyle başlar. Katı atık toplama ve çöp geri kazanım tesislerinde poşet atıkların azaltılması, toplanması, yakılması sağlıklı olabilir, aksi takdirde yüzyıllarca parçalanmayan bir materyal doğaya karışmış olacaktır.
Kolonyalı mendil 
Kolonyalı mendil, içeriğindeki alkolün varlığı, çözücü ve bakteri kırıcı etkisi dolayısıyla hızlı pratik ve estetik (kozmetik) bir el ve yüzey temizleyici malzemedir. Burada dikkat edilmesi gereken kolonyalı mendillerin içerdiği alkolün karakteridir. Tüketiciye sunulması gereken, etil alkol veya isopropil alkol içerikli kolonyalı mendillerdir.
Ancak ruhsatsız ve kontrolsüz üretim yerlerinde kolonyalı mendil içeriğinde olması gereken alkol yerine farklı bir alkol kullanılması olasıdır. Kullanılması yasak olan metanol yani metil alkol’dür. Ülkemizde, metanolün alkollü içkilere katılarak piyasaya sunulması şeklinde sahtecilik olayları yaşanmış, birçok can kaybı söz konusu olmuştur. Üretim alanlarının denetimden uzak oluşu, tarım, sanayi, ve sağlık bakanlığının denetim kadrolarının çok kısıtlı olması yüzünden bu tür sahtecilik girişimlerine her an rastlamak mümkündür. Eğer kolonyalı mendillerde metil alkol kullanımı olasılığı var ise (kontrolsüz bir sektörde bu şaşırtıcı değildir) bu durumda tüketicinin mağdur olması, göz, cilt ve burun içi mukoza ve akciğer dokusunda harabiyetle sonuçlanan sağlık riskleri çok muhtemeldir. Hele hele etanolün satışı kontrollü ve pahalı ise ve metanolü temin etmek etanolden daha kolay ve ucuz ise bu tür sahtecilikler mutlaka beklenmelidir. Günümüzde hastaneler dahi etanolü kontrollü olarak satın alabilmektedirler. Kaçak içki üretimini engellemek için etanol üretimi devlet kontrolünde ve kayıtlı olarak yapılmaktadır. Tehlikeli olan metanol ise rahatça bulunabilir bir malzemedir. Özellikle biyodizel üretiminin popüler ve kontrolsüz yapılıyor oluşu, bu sektörde girdi olarak kullanılan teknik metanolün ülke çapında kullanımını arttırmıştır. Buradan diğer sektorlere (kolonyalı mendil üretimi, ruhsatsız alkollü içecek üretimi vb.) metanol kaçağı çok muhtemeldir.
Sadece insana değil, çevreye de zararlı
Plastik maddeler, yani sentetik-polimerik kimyasallar, doğada parçalanması, yok olması en uzun süre alan sentetikler arasındadır. Doğa biyolojik kökenli her atığı belli bir süre zarfında kolayca yaşam döngüsünde faydalanılabilir bir malzemeye dönüştürebilmektedir, dönüştürme işleminde en çok da mikrobiyolojik işlemler geçerli olmaktadır. Sentetik malzemeler ise mikrobiyal-bakteriyel müdahaleye açık değildir.
Bazı çalışmalar, yeni keşfedilen bakteriler sayesinde plastiklerin ortadan kaldırılmasının mümkün olacağı yönündedir ancak bunlar henüz pratik yaşama geçirilmemiş deneysel çalışmalardır. Şu an yakma haricinde herhangi bir çözümü olmayan katı atık yok etme sistemleri, plastiğin mevcut haliyle çevreye verdiği zarara çok benzer bir oranda hava kirliliği oluşturarak yok edilmesine neden olmaktadır. Plastik içeriğindeki kimyasallar toksik gazlar çıkararak yanma reaksiyonu vermektedir. Bu da yakma yöntemini riskli ve arzu edilmeyen bir hale sokmaktadır. Plastiğin tekrar kimyasal işlemden geçirilerek değerlendirilmesi ve polietilen eldesi mümkünse de geri kazanımla elde edilen hammadenin içerdiği kirlilikler bir handikap olarak görülmektedir.
 En sağlıklı ambalaj
Ambalaj malzemelerindeki gelişmeler ve malzeme bilimi çok hızlı bir şekilde gelişiyor, içine aldığı gıda maddesinin kimyasal yapısı ile en az ilişkiye geçen ambalaj en sağlıklısıdır. Günümüzde çok dayanıklı polimerler geliştirilmiş durumdadır ancak bahsi geçen malzemelerin maliyeti bunların yaygınlaşmasını engellemektedir. 

En iyisi, en ideali “her zaman ‘CAM AMBALAJ’dır.
 
Kağıt-Benzeri Ürünlerde: "Dioksin Kanserojen" 
Washington Post gazetesinde yayınlanan habere göre; Amerikan Çevre Koruma Dairesi tarafından yayınlanan raporda; klorla ağartılarak üretilen kağıt-benzeri ürünlerde bulunan ve gıda ürünlerine geçebilen dioksin adlı maddenin, kanserojen sınıfına alındığı açıklandı.

Dünya Sağlık Örgütü tarafından da, kanser yapıcı kimyasal maddeler grubuna dahil edilen dioksinler, kağıt sanayinde, klorla ağartma işlemi sırasında oluşuyor. Araştırmacılar, zehirli kimyasallar sıralamasında, başı çeken dioksinlerin, östrojen gibi "doğal steroid" hormonlarını, taklit ederek birçok biyokimyasal reaksiyonu başlattığına dikkat çekiyor.
En ufak dozda bile vücuda alımının; eklem ağrıları, uykusuzluk, doğum bozuklukları ve bağışıklık sistemi zayıflığına yol açabileceğini belirten uzmanlar, dioksinlerin, yağda çözünür olduğundan, bedenimizdeki yağ hücrelerinde birikme eğilimini vurguluyorlar.
Bebekler, yetişkinlere göre, 200 kat fazla dioksine maruz kalma riskini taşırken; tuvalet kağıtları, kağıt mendiller, süt veya meyva suyu kartonları, tek kullanımlık çocuk bezleri, bilhassa peçeteler, eğer klorla ağartma işleminden geçiyorlarsa, düşük dozda dioksin içeriyorlar.
Bu ürünlerin herhangi birinden, yiyeceklere ve vücuda da kolayca bulaşan bu zararlı kimyasallar, Amerikan Çevre Koruma dairesinin raporunda, en ufak miktarının bile, laboratuvar hayvanlarında, kansere sebep olduğu açıklandı.